Taranta Babu’ya Sondan Bir Sonraki Mektup : Ali İsmail’i Görmek, Duymak, İşitmek, Düşünmek, Günlük Sol Gazetesi, 12.07.2013
Arkasında deniz ve teknelerle, rüzgâra ilişmiş bir fotoğraf. Senin de Eskişehir’deki öğrenci odanda arkada bıraktığın mektuplar var mı bilmem… İtalyan işgali altındaki Habeşistan’dan Gallalı, genç, kıvırcık saçlı bir direnişçinin karısına, Taranta Babu’ya, yazdığı mektuplar çıkmıştı kitaplığından. Hem de ölüme götürüldüğü tek göz odasında.
Sanılır ki o mektuplar hiçbir zaman ulaşmamıştır sevgilisine. İtalya’nın manevi ve ulvi adamları için ölüme götürülen gencin gönlünde, usunda düğümlenenler ulaşmamıştır sevdiceğine. Üniformalı, üniformasız bir takım adamlar odasından alıp götürdüklerinde hatıratı olarak kalmıştır gelecek nesillere. O, bir takım adamlar için Ali İsmail, faşizmin anladığı hayat ciddi, ulvi ve dinidir. Onlar kardeşim, rahat hayata hor bakarlar ve yeryüzünde saadetin mümkün olmadığına inanırlar. Saadeti mümkün bırakmadıkları bir dünyada, yaşatma ve öldürme hakkını kendilerinde görmeleri olağandır. Onlar, Ali İsmail, bu değersiz maddi dünyanın keyfi gıcırlarıdır. Hikayesini anlatmadıkları, fotoğrafını çekmedikleri mahalleleri, o mahallerde yetişen gençleri, kadınları, çocukları, erkekleri görmez onlar. Bahçeli bir evde, asmaların altında ülkenin geleceğini konuşmazlar. Annelerine utangaç gözlerle sevdiklerini anlatmazlar. Finans diktatörlerinin çocuklarıyla evlenir onların çocukları. Burslu gibi bir yaşam doğar hem onlar hem de aileleri için. Kızlarını, İtalya'nın en zengin, en rahat delikanlısı Kont Ciano gibiler ile evlendirirler. Varsıllık içindeki yaşamlarını hangi ülkede geçirecekleri önemli değildir onların. Ancak o ülkelerde mekânlar üç aşağı beş yukarı birbirine benzer.
Ben manevi ve ulvi bir öte dünyaya mahkûm bırakıldığımda; ardımda bıraktığım mektuplar, karım yerine İtalyan bir gence ulaştı Ali İsmail. Ne tuhaf değil mi? O da bu mektupları bir editöre iletmiş. Kimi kâğıtlar eksikmiş ama bulunamamış. Ben hep inandım Ali İsmail, o birkaç sayfanın yıllar sonra ortaya çıkacağına. Yine de doğrusunu istersen, Eskişehir’de bir öğrenci odasında çıkacağı hiç gelmemişti aklıma. Ne gam. Seninle yılları aşkın bir ortaklığımız var. Düşüncelerimizin kokusu Ali İsmail. Biz Spartaküs’ten beri aynı düşüncelerle tüttürürüz evlerimizin bacasını. Yıkılıp gidenler dünyada bir aks, bir seda bırakmasa da… Bizler yıllar, asırlar öteden el eleyizdir.
Mussolini bizim fakir ama güzel ülkemizi işgal ettiğinde, İtalya’nın arka mahallerindeki yoksulluğun üzerine bir şatafat kurduğunda Ali İsmail, ben demişti Romilüs’ün soyundan geliyorum. İddia o kadar derinleşti ki, kendini Romilüs olarak bile ilan etti. Romilüs, kardeşi Remüs’ün başını alarak kurmuştu Roma’yı… Ben de dedim ki, tutamayıp kendimi temelinde Roma’nın bir avuç kardeş kanı var. Kardeş kanını anımsamak, anımsatmak müthiştir Mussolini gibilerin dünyasında. İnsanı ve doğayı birbirinden koparan bir köprüye Ali İsmail, bir değil binlerce kardeşin katilinin ismini verirsin olur biter. Sürekli kanar durur koca şehir. Hani o en az Roma kadar bilinen… Coğrafya kitaplarında hep aynı çizilip, tarih kitaplarında dört farklı şekilde yazılan… Ben nasıl ki Roma’da Roma’yı aradım, biliyorum Ali İsmail sen de ülkeni aradın… İstanbul’u, Eskişehir’i, belki de en çok Antakya’yı…
Tıpkı onların Papaları gibi sizin resmi din adamlarınız da, bizim sihirbazlara benziyor. Ancak hâlâ aynı şeyi söylerim: Ne sizinkilerin ne de Papa’nın bütçesi için yetmez yılda iki yük fildişi yığını… Yoksul halkın kazandığından nemalanır da hepsi yarışırlar birbirleri ile halka düşmanlıkta. Çünkü, Ali İsmail, onlar ölüme yoldur dazlak kafaları, ellerinde odunlarıyla. Onlar iktidardan yağan nurdur egemenler sofrasında…
Antakya’ya geldiğimde Ali İsmail, Bıçakçılar Çarşısı’na karışan salça kokularını çektim içime. Harbiye Şelalesi’ni inanır mısın öptüm gecenin bir vakti gizlice. Samandağ’da yalınayak koştum Hıdır türbesinin etrafında. Tam üç kere dolandım ve sahile vurmuş bir balığı denize atarken gördüm seni. Beraber düşündük kara taşlara damlayan su seslerini. Öyle sonsuz ki deniz kıyıları, her gece hepimiz yan yana uzanıp yaldızlı kumlara, yıldızlı suların türküsünü dinleyebiliriz. Beraber görebilir, işitebilir, duyabilir, düşünebilir ve konuşabiliriz.
Bize, Marinetti ile seslenmişlerdi Ali İsmail. Savaşlar ve ölümler büyük bir temizlik sağlayacak, dinamizm doğuracaktı. Kimimizi diri diri yakıp, sabun yaptılar. Dev fırınlarda. Eskişehir’de bir fırının önünde gördüm seni son kez. Dünyanın kirini gördüm katillerinin gözlerinde. Öfkelendim, hınçlandım… Ama kimse için ölümü dilemedim, Ali İsmail. Aşağıdaki satırları bir kez daha yazdım… Hem de ilk yazışımı hiç hatırlamadan… Tamamıyla aynı dizeleri yazdım:
YAŞAMAK... / Ne acayip iştir ki / bu ne mene gidiştir ki / bugün bu / «bu inanılmayacak kadar güzel» / bu anlatılamayacak kadar sevinçli şey: / böyle zor / bu kadar dar / böyle kanlı / bu denli kepaze
Neden sonra, aklıma takıldı. Hatırladım belki bir ışık huzmesiyle Amik Ovası’ndan. Bizim gibi ülkelerde katillerin başı durmaksızın konuşur. Bazen acaba bir sağlık sorunu mu var, fiziksel olarak susamıyor mu diye düşünürüz. Bilmemene, bilmememe imkân yok Ali İsmail; bir başkan ancak çok korktuğu için çok konuşur, tıpkı Mussolini gibi.
Bizi topraklarımızda öldürmek için, hem de kendi topraklarımızda baharın gelmesini beklediler. Yağmurlar dinsin diye. Sen de bahar kokuları içinde bir cemre gibi düştün toprağa. Sesinde kararlı, fikrinde mağrurdun. Ama itiraf etmeli, ben zor da olsa ettim. İnsan ne kadar güçlü olursa olsun, korkuyor ölümden. Zaten ayıp da değil bu. Korkularımızda da buluştuk Ali İsmail. Sarılıp sevdiklerimizi, sevebileceklerimizi; yaşadıklarımızı, yaşayabileceklerimizi düşündük. Ama şimdi gitmeliyim, başka devrimcilerin yanına. Gözlerindeki ışıkları büyütmek için. Senin de işin zor artık. Asla yalnız olamayacaksın. Ve bir gün; yüzünü değil, gözünü değil; sesini göresim gelecek. İşte o an yanımda ol, omzun omzuma dayalı…
Bir sevda şarkısı gibi duyup, bir çocuk gibi şaşarak bakalım hayata.
Yorumlar
Yorum Gönder