Bu Yaşamı Zaplayın, Nikbinlik Dergisi 20. Sayı, Ekim-Kasım 2004


 1. ‘Onlar’a Karşı

 Kitle kültürünü sadece güncel bir sorun, gelip geçici bir aksama olarak ele almamak gerekiyor. Kitle kültürünü ideolojik üretimin denetimi için egemen sınıf tarafından üretilen tutarlı inançlar kümesinin bir bileşeni hatta ateşleyeni olarak ele almak pek çok açıdan yol açıcı olacaktır. Çünkü hâkim sınıfın dışındaki sınıf da gerçekliği egemen sınıfın çeşitli araçlarla oluşturduğu kavramsal kategoriler aracılığıyla görür. İçinde bulunduğumuz çağda bir işçi sınıfı kültüründen değil işçi sınıfı kültürünün nüvelerinden bahsedebiliyor oluşumuz bu yüzden.

Televoleler, magazin programları, popstar yarışmaları, Kurtlar Vadisi cinsi dizilerin hepsi kapitalizmin bekasını ve bütünlüğünü sağlayan unsurlardır. Egemenlerin yaşantısına duyulan özenti-yarı çıplak aşk(!) mankenleri, lüks tatiller, şatafatlı partiler, defileler, mağaza açılışları, limuzinler...- ve televizyon ekranından bu yaşantıya ortak olmanın yarattığı yanılsamalı mutluluk .

Sultanlar haremlerini surların arkasına kurardı; burjuvalar kameraların karşısına kuruyor. Saray entrikalarının insanlar tarafından bilinmemesi için çaba harcanırdı; şimdiyse entrikalar insanların gözlerinin içine sokuluyor. Gizem kırıldıkça emekçiler bu yaşantıları daha da içselleştiriyorlar. Bir kumanda düğmesine basarak haremlere ulaşılabiliyor artık. İnsanlar kendi yıldızlarını kendileri parlatabiliyor. Cep mesaj üzerinden oy çokluğuyla...Yine iletişim harikası telefonlarıyla çöpçatanlık yapabiliyorlar. Kendi devşirdikleri yıldızlarla konuşup onlar için ağlayabiliyorlar. Kendi dertlerinin ne önemi var ki...İşsizliğin, borçların, sevdikleri-aşık oldukları kişilerin bu yozlaşmanın etkisinde kalmalarının... Marx’ın ideolojiyi olumsuz anlamda kullanma biçiminden yani çarpık bilinçlenmeden yola çıkarsak bu tarz ideolojik salgı artık ağlarını çok daha sıkı örüyor. Hem de görünmez eliyle, hissettirmeden!

 “Yavuz Sultan bugün şununla şuradan çıkarken görüldü” diyenin kellesi vurulurdu! Malum ya akıl hastaneleri de o zamanlar bugünkü kadar yaygın değildi. Ancak yine de bugünküler ihtiyacı karşılamıyorlar. Belki de yanlış karşılıyorlar. Bu düzende köpekleri serbest bırakıp taşları bağlamışlar. Bugün bütün bir toplumun ortak sırları var. Gizem kırılıyor. Bir mankenin külotu soframıza, bir zengin playboyun kimi nerede ne yaptığı beş duyumuza sokuluyor artık. Bir yandan gizem kırılıyor; diğer yandansa insani duyarlılıklar metalaştırılıyor. Bedenden, cinsellikten sonra duygular da metalaştırılıyor. Sonuç; önünde biri kayıp düşse zap yapmak için kumandasını arayan bir toplum. Dayanışmanın bütünüyle çöküşü ve geleneksel ilişki biçimlerinin hepsinin yerini para ilişkilerinin alması. Önündeki otobüs kaza geçirip de onlarca insan yaralandığında; oh be, iyi ki 5 dakika gecikmişim diyen bir toplum. Yani eve gidince ekranların öte yanındaki gerçek dostlarına kavuşacak atomize bir toplum. Anti-depresan kullanımındaki artış, cinsel yozlaşma, düşünsel ahlâksızlık.

 Şimdi kitle kültürünü açımlama çabamızda kendimize zemin olarak seçtiğimiz egemen ideoloji kavramından birkaç sonuç çıkartmaya çalışalım. Marksist veya Marksizm’den etkilenmiş teorisyenler egemen ideoloji başlığında temel olarak iki gruba ayrılırlar. İlk gruptakiler egemen ideolojinin toplumun bütününe yayılan ve toplumu sarmalayan bir yapısı olduğunu; ikinci gruptakilerse egemen ideolojinin o kadar da etkili olmadığını, egemen sınıfın varlığını yeniden üretmesinin bir aracı olduğunu ve düzenin devamını sağlayan asli unsurların silahlı ve iktisadi zor olduğunu savunur. Bugünse şunu söyleyebiliriz; düzenin zor ve baskı araçları da egemen ideolojinin toplumun bütününe yayılıp kurumsallaşmasına özen gösteriyorlar. Hamburger kültürü, tv kültürü, Holywood kültürü, CIA sponsorluğuyla ürünler veren güzide(!) düşün insanları...

 İdeolojilerin öldüğünü iddia eden ideoloji toplumun bütününü uyuşukluğa ve yozlaşmaya iteliyor. İnsanın elineyse tatmin olabileceği tek olanak olarak doğal güdüleri bırakıyor. Cinsellik, karın doyurma, saldırganlık...Yani magnum reklamları, Mcdonalds ve Holywwod...Kadınların ne istediğini magnumdan, aşkın ne olduğunu Mcdonalds broşürlerinden öğreniyoruz. Şüphesiz bunlar sadece birer simge. Kapitalizmin devamlılığının iletişim sektöründeki açılımlara bağlı olduğu bir dönemde: “İnsanlar arasında sürüp giden o uzun diyalog bitti.” diyen Albert Camus’u anımsıyorsak hem de sürekli anımsıyorsak insanın elinden kültürlenme süreciyle elde ettiği bütün kazanımlar geri alınıyor demektir.

 Yukarıda saydığımız doğal güdülere bir de sınıf bilincinin sürekli tosladığı ekonomizmi, mal-mülk hırsını eklersek işçi sınıfının ve toplumun bütününün sorununu ortak bir ideolojik tutum alışla değil tersine alamayışla açıklamak daha yerinde olacaktır. Sömürü mekanizmasının dayattığı ‘gündelik bilincin’ edinilmesi; yani içinde bulunulan durumun kendiliğinden kavranılması yapay bilinçlendirme kanallarıyla oldukça etkisiz hale getirilmiştir. Bu nedenle sınıfa örgütlü bilinç ve siyaset aktarımı artık bir tercih değil bir zorunluluk.

Çalışma sürecinin soyutlaşan yapısı içinde bireysel niteliklerini sergileyemeyen ve yaratıcılıktan uzaklaşan insanlar yaşamak istediğiyle somut yaşamı arasındaki açı büyüdükçe yüzünü imgenin cazibesine çeviriyor. Herhangi bir bağlam içerisinde anlam taşımayan imgenin; yani içeriksiz biçimin. Yabancılaşmış birey bütünsel bir yapının salt gerilim noktalarına yoğunlaşan görsel ve sözel bir bombardımanın etkisine terk ediyor benliğini. Tüketim ve meta ilişkileri kapitalizmin bireyinin estetik açlığını doyurmakla kalmıyorlar, aynı zamanda onları bu estetik yapıya itaate mahkum kılıyorlar. Hiçbir şekilde üretken boş zaman sahibi olamayan bireyler teknolojik olarak daha gelişkin aletlerin sevgililerine daha fazla vakit ayırmalarını sağlayacağı düşüncesiyle mutlu oluyorlar. Sahi kimseler aşık değil mi bu düzende? Artık reklamlara seviniyor insanlar. Yani duygular bir yanılsamaya boşaltılıyor. Renkli hayallerin tesirindeki siyah-beyaz yaşamlar. Hayatlarındaki en büyük sorunlardan biri ulaşım parası olan insanlar sürtünmekle aşınmayan tekerleklere seviniyorlar. Yaşam yürüyememekle aşınıyor oysa.

Bireylerin gereksinimleriyle arz arasındaki dengenin daha fazla kâr getireceği sayıları bulmakla ilgilenen bir sistem sayıları nazilerin kullandığından pek de farklı kullanmıyor. Biri bedenin öldürülmesi için kullanıyordu sayıları diğeri yaşamın öldürülmesi için kullanıyor. Aradaki fark değişik şekillerde de kodlanabilir; fiziksel ölüm duyusal ölüm gibi. Söz konusu insansa hangisinin daha kötü olduğunu seçmeye çalışmak en kötü tercih oluyor.

Üretkenliğinin bilincinde olamayan ve beş duyu işlevlerini yerine getiremeyen insan, eksik bırakılan doyuma yanılsamalarla ulaşıyor. İşte bunun en önemli araçlarından biri kitle kültürü. Kitle kültürü toplumların afyonudur dersek Marx’ın söylemini çok da değiştirmiş olmayız. Bugünün dini, kitle kültürü ne de olsa. Ayetleri reklamlar. Yani sistemin bütünselliğini spekülatif yoldan sağlayan araçlar. Ahmet Altan kitabını satın almak bir kimlik sorunu artık. Benzinine kavuşunca direksiyona geçen Tarkan kavuşulacak benzini imliyor. Sahi direksiyondaki Tarkan olduğuna göre çok önemli biri olması gereken hususi şoför tam olarak hangi yerine düşüyor bu dünyanın? Daha fazla sömürülmeye hali kalmamış bir topluma elektronik mutfak eşyalarının kullanımıyla arttırılacak zamanda aşk yapmaları öneriliyor. Oysa zaman kumbaraya konulamıyor. Üretim sürecinde pasif bir durumda bulunan; yani işlevleri mekanikleşen insan yaşama karşı müdahilliğini de yitiriyor. Seyircisi olduğu nesnenin şatafatına bırakıyor gözlerini. Marx’ın Felsefenin Sefaleti’nde söylediği gibi; vakit her şey, insan hiçbir şey artık.

Onlar sizi çağırıyorsa gitmeyin buluşmaya. Söyledikleri kitabı okumayın. Bahşettikleri yaşamı iteleyin elinizin tersiyle. Nabzınızı diğer elinizle tutun. Çünkü geceye davetlisiniz.

2. Geceye Davet

Bir çakmak düşünün gündüz yanmak ister mi? Onca aydınlıkken her yer. Dudağın sıcaklığını karmaşanın aldatıcılığıyla birlikte ister mi sigara? Denizler,örneğin, yakamozlarında yüzlerce sevgiliyi yüzdürür; yani gecede okşarlar tenimizi en çok. Ay şavkını verir; insan ruhunu. Islık çalmak, kendi kendine konuşmak gecedir. Olabildiğince susmak da...

Paltomuz dalgalanırken bir filmde, yıllardır beklenilen sevgili kapıyı açıp içeriye daldığında. Üstelik kapıyı çalmadan her zaman gelirmiş gibi geldiğinde. Yıllardır görmediğimiz o ilk oyuncaklarımızdan biri dile gelip masallar anlattığında bize. Annemizin bitip tükenmek bilmeyen ikazları yüzümüzde gamzeler açtığında. Yani biz nazafer döndüğümüz dünya savaşlarının ardından tatlı bir gerçeğe kavuştuğumuzda. Rüyadayızdır. Yani gecede.

Saatlerce bir masanın başında oturup iple çekerken sigara molalarını. Ve ama yine de bir görevmiş gibi yudumlarken kahvemizi o molalarda. Önümüzü ilikleyip huzuruna çıktığımızda patronun. Harfler, rakamlar, öğretiler arasına sıkıştığımızda amfilerde. Bu da geçsin dediğimizde, şu da, o da... Gündüzdeyizdir. Ve biz panzehirini taşırız düşümüzde. Yeni doğan bir bebeğin göz yaşlarındaki sevimliliği. Ten kokusunu, ışık kokularını...

Karşıdan karşıya geçerken dakikalarca beklediğimiz. Geçen her dakikanın ömrümüze yeni defolar kattığı... Bir koşturmaca içinde yaşamımızı tükettiğimiz gündüzler. Oysa dingin bir ırmağa girer gibi dolaşmak parklarda. Avucumuzda bir başka yürek sıcaklığı. Önümüzde daveti hiç yaşanmamış senelerin.

Gece, duyusal ve düşünsel ayaklanışıdır insanın. Üstüne örtü çekilir kışlaların, meclislerin, fabrikaların, şirketlerin. Alabildiğine özgürdür gözlerimiz; bir tarihte bir dünyanın bütün yapılarını parça parça edebilir. Lime lime edebiliriz tutsaklığını sevinçlerin. Gecedeyizdir. Deliliğin sınırına en yakın olduğumuz mekanda. Gece salt bir zaman dilimi değildir; bir mekandır. Algıların, kapıların kilitlerini kırarak açtığı. Naraların, sarhoşlukların ve dört nala sevişmelerin mekanıdır.

Pozitivizmin duygusal yıkımına açılan cephedir. Romantizmin bireyin iç dünyasıyla sınırlı tepkisini dışa taşıyandır. İç ve dış dünyaların özdeşleştiği noktadır gece. Ya bir otel odasında konaklar; ya park köşelerinde. Ve elinde sürekli gezdirdiği kafese davet eder gündüzü. Bense sizi davet ediyorum geceye. Çağlayanlar damla damla akar mı bilmiyorum; ama suskunluk damla damla birikir ses olur. Gecede susmayın e mi? Yer açın kendi gürültünüze. Tersten şarkılar söyloeyin. Tersten dokunun ağaçların yapraklarına. Mağazaların vitrinlerine gündüzleri asla koyamayacağınız küfürleri koyun. Ve geceye döndüğünüzde. Terselmiştir dünya. Malum gecemiz şimdilik kısa. Ama biz yan yana geliyor ve çoğalıyoruz.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ'NDE ELEŞTİRİ VE MÜDAHALE Nikbinlik Dergisi, Sayı 17

ANKARA'NIN KAYBOLAN RENGİ: GENÇLİK PARKI "BUGÜN YEŞİL YAĞMAYACAK", Mimarlar Odası Ankara Şubesi Dergisi, Ekim 2005

NÂZIM. SINIF EDEBİYATI VE MUTLULUĞUN RESMİNİ ÇİZMEK Ahmet Antmen, Nikbinlik Dergisi, Sayı 10, Haziran 2002