BASKI DÖNEMLERİNDE EDEBİYAT VE GÜNCEL ÇIKARIMLAR, NİKBİNLİK DERGİSİ, Ocak-Şubat 2012 (Baskı ve Otorite Sayısı), s.7-11
Kaleme sarıldığınızda elinizin üzerinde görünmeyen bir el daha hissetmek... Düşlerinizin arasında iktidarın belli belirsiz ama kesinlikle istenmedik siluetlerini görmek. Sokağa imge avına çıktığınızda kulağınıza kızgın seslerin ve sirenlerin çalınması. Ya da üzerinize giydiğiniz kıyafete, saçınızın başınızın şekline karşı yükselen homurtular...
Sanat kendi içerisinde taşıdığı dinamikle her zaman tehdit, sığınak ve direniş üssü gibi algılanmıştır. Bu direniş üssünde büyüler oluşturulur, sıradan tepkiler dönüştürülür. Platon'un sistematik devlet kurgusunda “belirlenmiş" olanın dışına çıkma riskine karşı şairler öncelikle kapı dışarı edilmektedir. Kapitalizme kadar sistem içeriğinin net ve öngörülebilir olmasını istemiş, kendince çürük meyveleri ayıklama yarışına girmiştir çünkü. Platon, öncelikle sanatsal imgenin oluşum sürecini basite indirger ve şairi devletinden sürmek için meşru zemini oluşturma derdine düşer. Ona göre bu dünyadaki her şey, mutlak varlık konumundaki idelerin kusurlu birer yansımasıdır. Şair ise imge oluşturmak için bu kusurlu yansımanın da yansımasını çıkartır. Üstelik bu çarpıtılmış anlatım insanların gerçeklikte yollarını bulmasına mani olur, onlar üzerinde bıraktığı büyülü etkiyle kalabalıkları manipüle eder. Platon, bu noktada devreye girer ve kendi devletinden şairi kovar. Yıllar sonra, Şuara suresinde de benzer bir mantıkla, şair, büyülü sözlerle halkı yanlış yollara sürükleyebileceği iddiasıyla devletten kovulur. İlki kuramda kaldığı için şiddet doğurmamış ve fakat ikincisinde iktidar yolunu kabullenmeyen şairler gerektiğince cezalandırılmıştır.
Hem Platon'un kuramında hem de Şuara suresinde sonrasında laflar geri alınmış; iktidar yolunda hizmette bulunan, sağduyulu, iyi huylu şairler devlet makamlarına geri çağrılmıştır. Çünkü sınırların daha net olduğu toplumsal düzenlerde edebiyatı başıboş bırakmak, kitlesel bir tepkiye göz yummak demektir. Çünkü imgeyi kendi haline ve düşman eline bırakırsanız gelip ilk vuracağı siz olursunuz. Otoriter dönemlerde, yok etme girişimi sonuçsuz kaldığında, ilk denenen kendine bağlı, kendi görüş ve düşüncelerini güçlendirerek yaygınlaştıran bir sanat anlayışını filizlendirmektir. Zaten Methiye diye bir tür başka nasıl açıklanabilir?
Klasik Dönem hariç; baskıcı rejimler iktidarı ilk ele geçirdikleri yıllarda geniş kitleler üzerinde etkili olabilecek bir dil tutturmaya çalışırlar. Kendi ideoloji ve egemenliklerini meşrulaştırmak için bundan iyi bir yol yoktur. Burjuvazinin yeni efendi olduğu da, Almanların en üst ırk olduğu da, şu ya da bu dinin en yüce olduğu da anlaşılır bir dille iletilmelidir. Ancak anlaşılır bir dil iktidarı güçlendirdiği kadar, muhalif güçlere de olanak sağlar. Dolayısıyla, tabii ikinci aşamaya geçene kadar iktidar başarıyla sürdürülmüşse, yapılacak en iyi şey geçmişin anlaşılabilir ürünlerini sistemi güçlendiren bir puta çevirmek, güncel sanat anlayışını biçim merkezli ve kapalı bir yapıya doğru zorlamak ve gizem yaratmaktır. Sözcüklerle insan arasındaki açı büyüdükçe tapınan ve itaat eden insan oluşur. İnsan anlamadığı, bilmediği, görmediği, dokunamadığı varlıklara hayranlık duyar, tapınır ya da reddeder. Her üçü de iktidarını görünmez ve erişilmez kılmak isteyenlerin işine gelecektir.
Ortaçağ'da saray ve aristokrat edebiyatı arkasına aristokrasiyi, iktidarı ve tanrıları alarak gizem ve dokunulmazlık zırhına büründü. Klasik Edebiyat'ın ve bizde Divan Edebiyatı'nın önemli kuramcılarına göre halkın konuştuğu dil ile edebiyatın dili zaten doğası gereği birbirinden farklı olmalıydı. Halkın konuştuğu dil köksüz ve yetersizdi; dolayısıyla dışarıdan aşılanmalıydı. Her ikisinde da halk arasında kullanılmayan diller seçildi. Kullanılmayan dil, kullanımdan kalkmış olay ve tanrılarla beslendi. Fransız Edebiyatı’nın Romantik öncüleri, Antik Yunancayı kullanmak için önce Antik Yunan tanrılarına; sonrasındaysa bütün Antik Dönem tanrılarına şiirlerinde yer verdiler. Öyle bir zaman geldi ki şiirimizde hiç bilmediğimiz kütlülerin tanrıları bile cirit atar oldu, derken bu doğruya işaret ediyordu. Ölü diller ancak ölü içerikleri anlatabilir ve biçimsel araç olarak da ince ince hesap edilmiş kalıplar ile sembolleri ve manzumları kullanabilirdi. Baskı dönemlerinde edebiyat için söylenen ve edebiyatçının savunusu hep aynıdır, mühim olan ne anlattığın değil nasıl anlattığındır. Neyi anlatmak ve nasıl anlatmak gibi bir ayrımın ancak insanın içindekiyle ona vereceği biçimin bir ahenk yakalayamadığı durumlarda geçerli olacağını anlatmaya bilmem gerek var mı?
Bizim tarihimizdeyse arasındaki sınırları net olarak çizmek mümkün olmasa da halkın direnişi kendi edebiyatıyla olmuştur. Aradaki sınırlar kimi hatta çoğu yerde bulanık olsa da; Bolu Beyi'ne karşı ayaklanan Köroğlu'nun, Sivas valisine ve sonrasında iktidara karşı ayaklanan Pir Sultan'ın ve kanımca hâlâ Anadolu tarihinin en büyük ayaklanması olan Şeyh Bedrettin Ayaklanması'nın neferlerinin divan edebiyatını değil halk ve tasavvuf edebiyatını seçtiği de hepinizin malumudur. Baskı dönemlerinde sanat özünün bir bölümünü bu ayaklanmacı ruhtan almaktadır. Diğer yönünüyse sanatı yeraltına göndermek isteyenler kazımıştır sanatın ruhuna. Sanatı yeraltına çekmekle, onu yeraltına göndermeye çalışmak arasındaki farkı asla unutmadan söylemeliyiz ki ilki fazlasıyla alıngan, kibirli ya da korkulu bir direniş; ikinciyse zor, baskı ve tutsaklıktır. Şair Eşref’in şu dizeleri aklımıza geldiğinde, diğer pek çokları gibi, ister istemez Nefi’yi anımsıyoruz:
Çektiğim cevr ü cefânın sebebinden sorma
Deme kim: -Bâd-ı havâ menkabe dellâlı budur
Hapis ile, nefyile, işkence ile ömrü geçer
İşte Türkiye'de şair olanın hâli budur.
Son bir kurtulma umudu vardı değil mi o büyük şairin? Arap Kadı onu kurtarmak için mektup yazarken terlemeseydi belki de boğdurularak öldürülmeyecekti. Adamın iğrenen yüzüne karşı, ama haşmetlim o iğrendiğiniz sizin öz be öz mübarek terinizdir, sizdendir, sizindir demeseydi belki de ölümün kıyısından dönecekti. İşte baskı dönemlerinde şair geleneğinde hem boğdurulmak hem de ölümün kıyısında dilini tutmamak vardır. Dilini tutan vicdanını, ruhunu ve aklını da tutuyor demektir.
İktidarın baskı dönemlerine girişten hemen önce halk arasında yaygınlık ve meşruiyet oluşturma çabasına giriştiğini söylemiştik. Bu durumun güzel örneklerinden birisi de La Martine vakasıdır. Komünistleri meclisten kovsun diye, iktidar tarafından işçilerin arasına gönderilen aristokrat şair. Meclisin kapısını kıranların da, sonradan meclisin kapısını işçilerin suratına kapatanların da arasında La Martin bulunmaktadır.
Baskı dönemlerinde şair bir Galileo tepkisi üretebilir. Namıyla sanıyla Baudelaire, mahkemede yıllar sürecek bir mahpusluktan kurtulmak için; Ben Kötülük Çiçekleri'ni insanlara yol gösterici olarak değil; kötülükleri sergilemek ve uzak durmalarını sağlamak için sundum, diyebilir mesela. Kimi zaman ironi kılıcını kullanabilir A. İlhan gibi. Sahi imamın biri taksiye biner, bestelenmiş şiirinize karşı dava açarsa bugün ne olur acaba? A. İlhan gibi ustalıkla sıyrılmanız mümkün müdür artık? Tam on iki damla gözyaşını saydım / Allahına, kitabına sövüp saydım, dizeleri bugün birilerini incitirse muhtemelen Metris'ten öte Silivri der toplardı bavulunu A. İlhan. Ben halkımın gören gözü, duyan kulağı, söyleyen diliyim, şiirde bahsi geçen ifade Adana’da her gün sıklıkla kullanılmaktadır diyemezdi. Dese kendiyle birlikte tüm Adana’nın da başını belaya sokardı. Bugün Can Yücel mahkemedeki meşhur savunmalarını yapsa örneğin muhtemelen halkın incinmeye müsait duygularına çomak soktuğu için öyle kolay kolay beraat alamazdı. Baskı dönemlerinde, Baudelaire’in deyişiyle, burjuvazinin hapse tıkmak için birkaç şair istemesi normaldir, ancak şair ahırına tıkmak için birkaç burjuva istese muhtemelen anında infaz edilir. Baskının şiddeti arttıkça, karar alıcıların gözü de o kadar kararır. Dizelerinden, sözlerinden, düşüncelerinden dolayı mahkemeye çıkartılmalara artık alışmıştık, kanıksamamıştık ama alışmıştık… Ama artık mahkemeler hapishane öncesi bir ara kurum görevi görüyor ne yazık ki.
Bizim ülkemiz, cezaevi anısına sahip edebiyatçı sayısının en yüksek olduğu ülkeler arasındadır. İlk gençlik yıllarımda Yılmaz Odabaşı'nın cezaevi dışında az bulunan bir şair olduğunu bilirdim. Kimi şairler cezaevi dışında bir yaşam için, yad ellere göçmüş ve bir daha da geri dönememişti. Örneğin, Cahit Sıtkı Tarancı aşağıda Nazım’a reva görüleni anlatmış:
Benerci Jokond Varan Üç Bedrettin
Hey kahpe felek ne oyunlar ettin
En yavuz evladı bu memleketin
Nâzım ağabey hapislerde çürür.
Nazım’sa hapisten çıktıktan sonra gurbete dair onlarca şiir yazmıştı. Dolayısıyla Nazım’ın şahsında iki esaslı ceza da vücut bulmaktadır. Hem hapislik hem gurbet…
Bulgaristan sınırında öldürülen Sabahattin Ali, Adana Cezaevi'nde Başgardiyan Rıza'ya sövüp sayan ve dalgasını geçen Can Yücel, Sivas'ta 35 aydını yakan canilerin hedefindeki Aziz Nesin, tel kafes içerisinde Venceremos diye haykıran Victor Jara, yurtdışına çıkma yasağı nedeniyle canından olan Ruhi Su, gurbette ve sürgünde yitirdiğimiz Yılmaz Güney, Nazilerin peşi sıra ülkeler işgal ettiği Bertholt Brecht, Francocu faşistlerin katlettiği Lorca, 24 yıl Arjantin’de sürgün yaşayan Rafael Alberti ve daha niceleri…
Baskı, otorite, şiddet ve edebiyat denilince ülkemizden, dünyadan örnekler bulmak hiç zor değildir. Çünkü edebiyat, devlet ve sermaye eliyle şekillendirilmemişse alternatif bir dünya özlemidir. Umuttan ama mutsuzluktan türer. Evet, sanatçı umutlu bir mutsuz olarak örnek bir çilekeştir. Ütopyalarında toprağın kendiliğinden verdiği, insanın hız, yoğun mesai, teknolojik saldırı arasında ezilmediği ilkel dönemler ya da bütün bunların teknolojinin de yardımıyla ortadan kalktığı ileriki zamanlar vardır. Alman Romantikleri'nden Adorno'ya ilkini örnek bulmak ne kadar kolaysa, Nazım'dan Ehrenburg'a kadar ikincisine örnek bulmak da o kadar kolaydır. Baudelaire sanayi ve teknolojiyi bütün güzelliklerin düşmanı; Mayakovski ise güzelliklere giden tek yol olarak nitelemiştir. Lâkin hiçbirisi de işte burası güzelin merkezi dememiştir. Birisi kendince bir düşman, diğeri kendince bir yol belirlemiştir.
Edebiyat ve yazmak uğraşı bir ülkenin baskıcı bir yapıya doğru gidip gitmediğini saptamak için de iyi bir pusuladır. Eğer bir ülkede etliye sütlüye karışmıyor görünen, politikadan nefret ederim diyen, sanat için sanat derdindeki bir takım kişiler birden iktidardan yana politikleşiyorsa… Karikatüristler yermek için değil, methiye için çiziktiriyorsa... Biçimci haliyle gizli veya belirgin kutsiyete bürünen sanat; putlaştırılan, ilahlaştırılan şahıslarla at başı gidiyorsa o ülkede baskı ve otoriter yapı çoktan kurulmuş demektir. Yazanların çoğunun iktidar için yazdığı bir dönem, klasik ve aristokrat edebiyat yapısının ve ideolojisinin oluşturulduğu dönemdir. Desteklemek için vicdan değil, kurgu gerekiyorsa… Yakılan Rus köylülerin karşısında Beethoven dinlediği kanısına varabilir eski doktor, yeni Nazi subayı şahsiyetler... İki gün önce özgürlükten dem vuran, bugün mahkumiyeti alkışlayabilir. Üstelik mahpusa atılan genelde kendine sunulan büyük imkanları, özgürlükleri değerlendirememekle suçlanır. Sınıflı iktidarlar boyunca edebiyatın, sanatın baskı altına alındığı, ideallerine yaklaştığı dönemlerde hüsranla karşılaştığı malumdur. Macaristan'da devrimci iktidar yıkıldığında; Atilla Jozsef'in tren raylarına atlayarak bir trenin altında can vermesi idealler ve sanatçı arasındaki en doğrudan ve çarpıcı örneklerdendir.
Bugüne gelindiğinde tuhaf olan sınıflı toplumda tüm kamusal hak ve alanları parçalayarak yerine kendi iktidarını oluşturmaya çalışanlar değildir. Tuhaf olan edebiyatın sessizliği ve çaresiz izleyiciliğidir. Muhalif unsurlar bugün sindirilmiş, bastırılmıştır. Hatta kuramsal olarak değil pratik olarak kovulmuşlardır. Ancak suya yayılan sesler, ateş hırsızları susmuş; olan bitene gözlerini kapamıştır. Platon, şairi Devlet'inden kovarken en azından ardında devleti bırakmıştı. Şimdikiler devletle şairi bir arada kovdular. Ses gelecek yerden içerik yeşermelidir. Bugün edebiyatın önündeki en zorlu görev de budur. Sesini belirli bir süreliğine de olsa duyurabileceği alternatif yöntemler geliştirmek. Çünkü artık geri çağrılacağımız bir Devlet de yok. Dönerken devletimizle dönmeliyiz.
Yorumlar
Yorum Gönder