YAŞAMDA DA ŞİİRDE DE İĞNELİ KONUŞMAK: CAN YÜCEL VE İRONİ

  


YAŞAMDA DA ŞİİRDE DE İĞNELİ KONUŞMAK: CAN YÜCEL VE İRONİ

Ahmet Antmen - Sanat Cephesi Dergisi, Sayı 10, Aralık 2006                 

Her ironi yazısının ama özellikle de her Can Yücel yazısının eksikli kalacağını bilerek başlıyorum iğneli satırlarda dolaşmaya. Can Yücel şiirinin oldukça karmaşık, zengin; olgun ve çocuksu olduğunun bilinciyle bu yazının bir giriş olarak algılanması gerektiğini düşünüyorum. Ama mevzu bahis Can Yücel şiiriyse bu bile yeterince iddialı bir çıkış bence. Belki bir ara cesaretimi ikinci kez toplayıp devamını bile getiririm.


İroninin en eski ve genel kabul görmüş anlamı Cicero'nun deyişiyle 'arıtılmış aldatmacadır.' Daha açık bir ifadeyle söylersek, bir şeyi söyleyip tersini kast etmektir. Bu bağlamda örneğin, ‘Kenan Evren tam bir hümanistti’ ya da ‘Şu Bush ne zeki adam’ demek birer ironi örneğidir. İroni Aristo’ya göreyse gösterişten ve ben bilirimcilikten kaçınma yoluydu. Verili durumu, egemen olan yapı ve süreçleri önemsizleştirmek için biçilmiş kaftandı. İroniyi kullanan sanatçı bir sorgulatma ve bu sorgulatma sonucunda ciddi bir tepki, ciddi bir tebessüm oluşturma niyetindedir. İronide sanatçı sorgulatan olmanın yanı sıra sorgulayan olma konumundadır. Yani ironinin temelinde yatan Sokrates’in ‘Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir” diyerek, yollara düşüp insanların kesin yargılarını çürütme uğraşındaki tutumudur. Bilinçli bir cahillikle ezberlenmiş doğruların üzerine gitmektedir sanatçı. Düşünün ki, ‘Mutlaka evlenin; eşiniz iyi çıkarsa mutlu bir yaşamınız olur; kötü çıkarsa iyi bir filozof olursunuz’ deyip oldukça kötü bir eşe çatan bir adam, şehir şehir dolaşarak insanlara nanik yapıyor. 'Hani biliyordun?' diyerek çekip gidiyor.


İronide hep diğerlerinin bilmediği bir şeyi bilme, ama bunu doğrudan anlatmayıp sezdirme uğraşı vardır. Bu yönüyle ironi modernizmin mimarisinde, edebiyatında, resminde… anlam genişlemeleri ve anlaşılma zorlukları yaratan boşlukları besleyen bir unsurdur. İronik bir şiirin temasıyla yüzleşmek insanın gözlerini metnin dar alanının dışına dikmesiyle mümkündür. İroni kesin bilgiden çok çelişkiler, çatışmalar ve olasılıklara yöneltir fenerini. Alımlayıcıyı metinsel bağlamın ve kendisine biçilmiş ‘tüketici’ konumunun dışına çıkar. Çoğu kez okuyucu kendi durumuna da gülmek ama gülerken de için için kızmak zorunda kalır.


İroni aslında basitçe söylediğinin tersini kast etmek değildir. Ya da yalnızca bu değildir. Yazı veya konuşmanın tüm bağlamında anlamla söylenen arasında bir farkın olmasıdır. Anlamlı sözcükler arasındaki çatışkı, uyuşmazlıktır. İroni birbirine sıkı sıkıya bağlı, başı-sonu belli kaderci senaryoları, mükemmeliyeti, ideleri, mitleri çatırdatır. O zincirleme mantık yürütmelerini sekteye uğratır. Zinciri koparır, halkaları dağıtır. Bu yılan olmasaydı; fareler olurdu her yerde; fareler olmasaydı haşereler olurdu; haşereler olmasaydı… Gördüğünüz gibi doğada her şey bir mükemmeliyet mantığına göre yaratılmıştır. İşte ironi burada girer devreye: Odamdaki bu sinek olmasaydı, vız vız sesini uçaklardan sanırdım.


Anlamın sözcüklerle çatıştığı bir durum yaratır ironi. İroninin o olmazsa olmaz aldatıcılığı da işte burada gizlidir. Yoksa ironi yapan ile alımlayıcı (okur-dinleyici) arasındaki ilişkide değil. İroni çoğu kez muhatabı tarafından da anlaşılır ama hedeflenen kişinin burada vereceği tepki; benzer anlamlı ciddi bir konuşma karşısında vereceği tepkiyle aynı değildir… Genelde tefe konulan da zoraki bir gülümsemeyle karşılamak zorunda kalır bu durumu. Tabii ki bu her zaman doğru değildir; yalnızca bir genellemedir. Örneğin, Divan Şairi Nefi’nin hedefindekilerin karşılığı zoraki bir gülümseme olmamıştır. En son kendisini af etmeleri için mektup yazan Arap kadının alnından kağıdın üstüne ter damlası düşer. Arap kadı bu ter damlasından iğrenerek geri çekilince, Nefi 'Aman haşmetlim o sizin mübarek terinizdir' der. Bu son ironisi olur. Arap kadı af mektubundan vazgeçer; Nefi boğdurularak öldürülür.


Dikkatli olmakta fayda var dedik demesine ama ironiyi en iyi kullananlar bu uyarıyı asla ciddiye almayanlardır. Şair Eşref soyu bunun için ideal bir örnektir. Bu soyun en bilindik, en akraba ismi de kuşkusuz Can Yücel'dir. Can Yücel de devlet erkanına, darbecilere, gericilere karşı sözünü asla esirgememiştir. Örneğin, evrim teorisini 'Ne yani maymundan mı geldik' yavanlığına indirgeyerek reddeden Kültür Bakanı’na dizeleriyle verdiği cevap buna iyi bir örnektir:


 İnsan maymundan gelmiş


Var-kuramına karşı çıkan Sayın Kültür Bakanına


(Eldeki bilimsel veriler başka seçenek tanımadığına göre,


Ve indi, izafi ve şahsi konuşmak istemediğimizden)


Soruyoruz yüzüne ve gözlerinin içine bakarak:


Üstat, yoksa insandan mı geliyor maymun?


Can Yücel şiiri denilince akla bir dikbaşlılık, bir haddini bilmezlik geliyor değil mi? Öyleyse bir de tersten deneyelim; had dediğiniz nedir ki? Can Yücel sınırlarda dolaşan bir insandır; Can Yücel sınırlarda dolaşan bir şairdir de aynı zamanda. Bundan sadece toplumun geleneksel ahlâk anlayışının dışında kalma becerisini kastetmiyorum. Şiir tarihimizin başat tartışmalarının hiçbiri Can Yücel için geçerli değildir. Onun için yenilerini açmak gerekir.


Toplumcu edebiyatımızın 1. Yeni ve 2. Yeni’yle giriştiği mücadelede ve onların anti-tezi olmaya çalıştığı bir pencereden bakarsak toplumcu şiirimizin dışındadır o. Çünkü şiirinde her akımdan ve o akımın anti-tezinden izler bulabiliriz. Çok kanaldan beslenen ama kesinkes özgün bir şiirdir onunki. Şiirde sloganın yeri yok diyen biçim merkezli eleştiri ekolüne de, estetler ülkesinin kuramcılarına da pabuç bırakmaz. Gerektiği zaman slogan atmaktan çekinmez: Dönülmez faşizmin ufkundayız... Vakit çok geç.


2.Yeni’nin şiirimizi batıyla buluşturduğu noktada gider birleşir onlarla; buluşmak üzeredir hayatı ve kavgayı dizelerine taşıyanlarla... Bir eylemin tam ortasında başınızı bir çevirirsiniz ki, yanınızda o vardır! Bütün şiirlerinde, en duygusal olanlarda bile ince bir zekâ sezilir. Beyoğlu’nu arşınlar ve bir komünist olarak yaşlanır Tramvay İhtiyari duraklarında; beklemeyi hiç mi hiç sevmez; mekânı Datça’dır; seke seke gelmiştir. Birden boşalır cebinden dizeler.


 Dünya edebiyatına baktığımızda farklı akımsal zenginliklerle de olsa Brecht’i görürüz ironiyi kılıç gibi kullanan şairler arasında; bizdeyse Can Yücel gelir akla. Gerçi kendinin de bir şiirinde belirttiği gibi Şair Eşref ustasıdır onun. Biz ekleyelim Fuzuli, Nefi, Neyzen ve Nazım. Evet Nazım; hem de sadece toplumculuğuyla değil. Berkeley şiirinde de söylediği gibi 'Neşe iyi şeydir vesselam / Kavgada kuvvetini kaybetmiş gibidir biraz neşesini kaybeden adam’. İşte Can Yücel toplumcu yazınımızda buldu o neşeyi. Ama öylesine öfkeli bir neşeydi ki kabına da kabının dışına da zarar verebilirdi.


 Çünkü geçenlerde bir çift çaylak görüp bırakın dedemin gözlükleri onlar bırakın diyecek kadar çokbiçocuktu. Babası annesinin orasına burasına el atınca fistandaki iğneler batmış ve o iğneler gelip Can Yücel’e dil olmuşlardı. Bu yüzden yaşamda da, şiirde de iğneli konuşmuştur. Hayatta en çok babasını sevmiştir; oturdukları semti bilmeyen babasını. Ama annesine şiir yazacak kadar da şair değildir. Oradan oraya göçüp durmuştur çocukluğunda; Avrupa’dan Türkiye’ye, köyden kente... Öylesine bir hızdı ki yakaladığı bir onda vardı bir de halk şairlerinde. ‘Ben Halk Şiiri’nden en çok da bu göçebeliği aldım’ diyordu zaten.


 Dinle ilgiliydi neme lazım... Tanrıya şükretmeyi bilirdi. Yumurtaya can veren tanrıydı; İspenç tavuğuysa Can'a günde bir yumurta veriyordu. Ama kafası atmaya görsün! Tek tek saydırırdı lafları; Duygu Asena’ya, Küçük İskender’e, Orhan Pamuk’a... Çünkü evlerin içine kadar girerdi o; özellikle zengin evlerine anasının ipiyle inerdi. Ciltlerine büfelerine vesairelerine bakardı. Şiir fenerimle de baktım, aşk yokmuş siz de beş paralık, gidiyorum ben boşçakallar, derdi ama kapıdaki Dikkat Köpek Var yazısının altına bir not yazmadan da gitmezdi: Doğrudur. Bunun için hep ithal bir tebeşir taşırdı yanında.


Toplumculuğu şiirine yedirir; şiirini devrimcilikten, mücadeleden ayrı; kutsi bir şey olarak görmezdi:


Devrimcilik gibi Şairlik de


İnen darbeyi duyabilmektir.


Kaslarının liflerinde,


İster copların darbesi olsun,


ister bilincin…


Gelerek, binbir işkenceden


-İnsanlık gibi tıpkı-


Çığlıklarla türeyen Devrimci şiir


Giderek, sömürüye ve zulme


Karşı akımıdır Sevincin…


 Çünkü o az önce dalgasını geçip geldi Başgardiyan Rıza’yla... Başlarında prensip sahibi bir başçavuşla gidiyorlar. Bileklerini morartmış yeni Alman kelepçeleri. Suçunun elbet bir kızıllığı var. Dedik ya, Tramvay İhtiyari duraklarında bekleye bekleye ihtiyarlamış bir komünisttir; beklemek ona azap verdiğine göre onu gazaba getirir. Bu yüzden tüzük tartışmalarına da girmez partilerin kuruluş seremonilerinde; büzük işidir der sosyalizm tüzük işi değil.


 Can Yücel’i okurken bir şiirin tam ortasında olduğunuzu ve sadece orada olmakla yetinemeyeceğinizi hissedersiniz. Şiirlerinde soluyan yaşam kimi zaman üç beş gömlek üstün gelir dünyanıza gücenirsiniz. Aşkı da kavgası da ironiden beslenir onun. Hem de sevgilisine, karısına ‘sidikli kontesim’ diyecek kadar. Anasına söven Ali Dum Dum’dan ansızın Akdeniz’e yaraşan kadına geçecek kadar. İroniyi de, diyalektiği de kullanmıştır şiirlerinde.


Ölümün yaşamı; yaşamın ölümü içinde barındırdığını diyalektik bir bakışla şiirleştirir:


 Boynum kıldan ince ölüme,


 -Değil mi ki şol illetten iğne ipliğe dönmüş bedenim-


 Ve ölüm ki benim bu ölümlü dünyaya gelmemle


 Beraber dünyaya gelen maşallahıvar oğlum,


 Ona ben analık ettim, onu ben elimde büyüttüm


 Onu şu kadarcıktan ben bu boya getirdim


 Can Yücel yarı zamanlı bir şair değildir. Şair gibi şair geleneğindendir. Rimbaud, Baudelaire tarzı; yıkıcı-saldırgan ama kuşkusuz politik bir şiirin peşindedir. Kendisine para ilişkilerinin dışında; bağırıp çağırabileceği bir kovuk buldu ve oradan yankılandırdı sesini. Kimi zaman Beyoğlu sokaklarında bir rüzgâr; kimi zaman mekânı Datça olan bir ağaçtı. Özellikle baskı dönemlerinde daha bir kıvraklaştırdı ironiden kılıcını. İroninin bıraktığı boşlukların ötesine görebilenler için üç beş satırlık şiirleri dönemlerinin kapsamlı-sert eleştirilerini içeriyordu. Bir kısa şiirde hem 12 Eylül'ün baskıcı-faşizan yapısına; hem de dinci gericiliği bir karşı devrimci güç olarak besleyip palazlandırmasına, devlet organı olarak kurumsallaştırmasına değinebiliyordu:


 Vakfeyledik nefsimizi diyanete, rizayete


 Kifayet etmez oldu üç aylık oruç


 Dört ayları tutuyoruz gayrı:


 Recep


 Şaban


 Kenan


 Ramazan


 Son bir dileği vardı devletten… Etimi karıncalar değil balıklar yesin diyordu. Olmadı. Siz şimdi hangi ölüm şiirini yakıştırırsınız ona bilmem ama gitti galiba yapraklarla ağaçlarla dörtnala Nazım'ın ormanına... Ardında şu dizeleri bırakarak:


Üç dakika yeter bana


Öpmek için gözlerinizden


Ve cennetten kovulmak için



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ANKARA'NIN KAYBOLAN RENGİ: GENÇLİK PARKI "BUGÜN YEŞİL YAĞMAYACAK", Mimarlar Odası Ankara Şubesi Dergisi, Ekim 2005

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ'NDE ELEŞTİRİ VE MÜDAHALE Nikbinlik Dergisi, Sayı 17

NÂZIM. SINIF EDEBİYATI VE MUTLULUĞUN RESMİNİ ÇİZMEK Ahmet Antmen, Nikbinlik Dergisi, Sayı 10, Haziran 2002