MASKELER VE GÖKDELEN: TAHSİN YÜCEL VE MEHMET EROĞLU’NUN SON ROMANLARI ÜZERİNE, 2006

Son dönemde ilgiyle takip ettiğim iki romancımızın peş peşe yeni ürünleri yayınlandı: Tahsin Yücel’in Gökdelen ve Mehmet Eroğlu’nun Belleğin Kış Uykusu isimli kitapları. Bu iki kitap ben de her şeyden çok bir takım sorular ve acabalar doğurdu. Bu sorular kimi zaman birbirlerinden bağımsızlaşsa da yer yer birbirlerini bütünlüyor. Gökdelen toplumsal dönüşüm olasılıkları üzerinden gelecekle; Belleğin Kış Uykusu ise bireysel sorgulama biçimleri üzerinden geçmişle hesaplaşıyor. Ancak her iki roman da açık biçimde şimdiyi hedef alıyor. Yani gelecekle de geçmişle de kurulan bağlantı şimdiye dair bir sorgulatma amacını güdüyor. Bu yazı bağlamında romanları birbirlerinden keskin çizgilerle ayırmayacağım ve bu iki romanın ben de uyandırdığı sorular üzerinden zaman zaman, hatta çoğu zaman öznel yargılarda bulunacağım. Ama yargıların en öznelini baştan yapayım ve Gökdelen’in bugün ülkesine, dünyaya ve halkına karşı sorumluluk duyan her birey tarafından okunması gereken bir roman olduğunu belirteyim. Bu kesin görülebilecek saptamının tamamıyla kendisine ortak arayan bir okura ait olduğu açıktır. Ne var ki, roman treni kaçırmış ve kulağını demiryoluna dayayarak ne zaman geleceği; hatta gelip gelmeyeceği belirsiz bir treni bekleyen 2073 yılı Türkiye’sini anlatmaktadır. Sizse bu romanı okuma trenini lütfen kaçırmayın. Bir zaman makinesi olanağınız olsa ve yaşamınızın içinde, yakın geçmiş veya geleceğinde bir tercih yapmanız istense hangi zaman dilimini tercih ederdiniz? Gün günden kötüye gidiyor, yarın bugünü bile aratacak hiç değilse çocukluğuma döneyim mi derdiniz? Yoksa ne bileyim şimdiye kadar ne yaşadım ki kapitalizm denilen bu çöplükte deyip gelecekten yana mı kullanırdınız reyinizi? Özellikle bugünün gençliğini yaşamları ile toplumsal, siyasal, kültürel yapı arasındaki ilişki açısından büyük bir tehlike bekliyor bence. Kendimden yola çıkarsan ilk çocukluk yıllarımı 12 Eylül’ün karşı devrimci, faşizan atmosferini yakından hisseden bir çevrede geçirdim. Öncesinde bu dönemin birebir, sıcak etkilerini yaşadım. Sonrasındaki gençlik yıllarımı da 12 Eylül rejiminin altyapısal ve üstyapısal dönüşümünün etkileriyle oluşan, gerici, Amerikancı, kültürel anlamda aşındırıcı bir ortamda geçirdim. Tabii ki bu özellikler arttırılıp genelleştirilebilir. Ancak son derece açık ki bugün kendilerine okunması için verilen klasiklerin özetlerini yıllık 30 TL karşılığında, Internet’teki bir siteden indiren kuşağın kalıcı temellerini, bizim ‘Üf be hocam, bu kitapları taşırken bile kolumuz ağrıyor’ diyen ve beynini yormayıysa asla göze almayan kuşağımız atmıştır. Ya geleceğimize ne demeli, batının muasır medeniyet seviyesini aşma hevesindeki ülkemiz ya bütün o kapitalist saldırganların bile ağzını açık bırakacak bir hamle yaparsa? Nasıl mı? Örneğin yargıyı özelleştirirse! Bu kadar da olmaz dediğinizi duyuyorum ama Gökdelen’i okuduğunuzda olabileceğini göreceksiniz. Geleneksel devlet mekanizmalarının bugün ortadan kaldırılış ya da yeni bir biçime sokulma çabalarının altında yatan neden nedir? Sermayenin ülkelere rahatça dolaşımını sağlamak değil mi en genel ifadeyle? Yani kapitalizm ilerleyişi, hızlı vahşileşmesi önünde hiçbir engel istememektedir. Eğer piyasa sisteminin bir parçası olmanın kaçınılmaz sonucuysa tarım alanındaki talan, sosyal güvenlik sisteminin kamusal bir hak olmaktan çıkartılması için hızla işletilen süreç; eğer mesai saatleri 8 ile sınırlı çok az işçi kalmışsa… Sermaye için sorun teşkil ettiği noktada yargı da pekâlâ özelleştirilebilir. Üstelik AB’den ceplerine kabul için gün alıp gelenler Kızılay’da büyük şenlikler düzenliyorsa, yargıyı AB-ABD’den önce özelleştirenler öylesi bir günü ülke çapında bayram ilan ederler muhakkak. Böylesi bir özelleştirmenin gerekçeleri de hiç de uzak değil bize. Bir kere toplumsal nedenleri var bu işin. Yargı ağır işliyor, yargıda uzun kuyruklar oluşuyor, verimli çalışmıyor, zarar ediyor, cebindeki paraya bakmadan önüne gelen ipe sapa gelmez pek çok dava açıyor. Hem davaların toplam kalitesini yükseltip performansa dayalı bir sistem kurmak hem de hızlı işlemelerini, ayak bağı olmamalarını sağlamak için özelleştirmeden daha iyi nasıl bir yol olabilir ki? Yargı denen meret mülkiyetin temeliyse, oluşturduğu temelin asli vazifesini yerine getirmelidir. Hem bu işin bir de kurumsal boyutu var. Ne idüğü belirsiz bir yığın insan mahkemelere üşüşmüş durumda… Devlet bütün bu kadro kalabalığının masraflarını daha ne kadar çekebilir ki? Hem yargı içindeki değerli, yani iş bilir, süreç hızlandırıcı, toplam olarak kaliteli mensuplara da yazık olmuyor mu bu nedenle? Üç kuruş maaşa çalışıyorlar, sayılarını azaltıp ücretlerini yükselttik mi bir sorunu daha halletmiş oluruz. Şimdi tek sorun bu hantal, masraflı, son muhteşem KİT’i, nesli tükenmekte olan bu kelaynağı (hem belki 2073’e kadar kelaynaklar belki de kurtulmuş olur bu dünyadan) tüm borç yüküyle alacak, vatansever (!) bir işletme, bir mümtaz şahıs. Garip belki ama devlet yargıyı beş kuruş almadan, üstelik bu işe yaramaz kurumu satın alana uzun süreli, faizsiz kredi olanağı tanıyarak özelleştirebilir. Dönemin iktidarındakiler kapalı kapılar ardında cukkayı doldurur ve bundan sonraki ömürlerinde dokunulmazlık kazanırlar. Kuşağımızı bekleyen tehlike işte budur, yaşamımızın toplumsal alanında zaman içinde bir yolculuk yapma fırsatına erişsek, belki de gitmek isteyeceğimiz hiçbir yer bulamayacağız. Tabii ki, bir zaman makinesinin icadına hiç gerek kalmadan insanca bir yaşama kavuşmak da bizim elimizde. Gökdelen buna dair de kimi ipuçları veriyor. Gerek bugünkü toplumsal yapının çürümüşlüğünün doğurduğu olasılıkları barındırması, gerekse umudu zor yollu diri tutma çabasıyla, Gökdelen çok sayıda ortak özelliğine rağmen bir kara ütopya değil. Ancak ütopik bir yanının olduğu asla unutulmamalıdır. Aslında bugünkü Türkiye’nin kırık bir aynadan görünen siluetidir Gökdelen. Tıpkı Thomas Moore’un Ütopya’sı ve o dönemin İngiltere’si arasındaki ilişkide olduğu gibi. Moore bir model önerisinde bulunmaktaydı. Tahsin Yücel’se gerçekleşme olasılığı hiç de düşük olmayan bir modelin engellenmesi için toplumumuzu uyarma niyetindedir. Aynadaki kırık siluet demişken… Zaman makinesini bir de tersine çevirip geçmişe yönlendirsek. Ve bir sabah kendimizi bile unutarak, üstelik içinde hiçbir ayna bile olmayan bir evde uyansak… Belki başkalarına hiç tanımadığımız ünlülere, ünsüzlere ait kartpostallar arasında. Yaşamın öncesini silip yeniden oluşturma süreci için her şey hazırdır, gözünüzü açtığınız ama size ait olup olmadığını bile bilmediğiniz o evde. İnsan bazen kendi dışına çıkıp, kendisini bir perdenin ardından izler. Aynaya baktığında bir gün önce hiç tanımadığı birinin hayallerini kendi varlığına katar. Ya bir gün elimizde sadece varlığımıza kattığımız hayaller kalırsa ve her şey koca bir soru işaretine dönüşürse? Mekan-zaman ilintisini kurabileceğimiz her şey pılını pırtını toplayıp gitmiştir. Kendimizi kış uykusunda bir bellekle baş başa buluruz. Mehmet Eroğlu’nun romanındaki yan karakterlerden biridir TD. Kim bilir hangi zaman diliminden kopup gelmiştir. İki ayağında iki farklı ayakkabıyla kendi icat ettiği bir yaşamı yaşamaktadır. ‘Kendi icat ettiği yaşam’ ifadesi beni nedense Kant’ın ödevler ve istekler konusundaki klasik ayrımlaştırmasına götürdü. Liberal düşünce henüz işin başındayken insanı ödevleriyle isteklerini özdeşleştirmesi olanaksız bir varlık olarak tanımlamıştı. İnsan ödevden arta kalan zamanlarını istekleri doğrultusunda sürdürebilirdi ancak ki bence bu da mümkün değildir. Profesyonel biçimde bir şeyleri ayırmamız istendi hep bizden işle aşkı, siyasetle öğrenci olarak geçirdiğimiz dönemi, tutkularımızla mesai saatlerini… Daha baştan işimizle tutkumuzun buluşamayacağı, aşkımızın patrona ait bedenimiz – düşüncemizle yaşanamayacağı bir toplumsal modele itilmiştik. Nedense hep başkalarının icat ettiği bir yaşamın içinde, özerk zevkler yaratmak zorunda kaldık. İş günlerinde yılda bir hafta, on günlük tatilleri planlayıp durduk. Tatilleri bir kaçış olarak gördük. Demek ki yılın elli – elli bir haftasında kaçılması gereken bir yaşama mahkûm olduğumuzu kabullendik. Bir telaş içinde geçirilen tatiller ise sonuçta bir yorgunluk ve hayal kırıklığından başka bir şey bırakmadı bize. Mahkum olduğumuz hayatları bile arar olduk. Yani çağın ruhsuzluğu bir gölge gibi peşimizdeydi hep. Peki kaçımız kendi icat ettiğimiz yaşamların peşine düşebildik? O iki karardan olağan şartlarda yanlış olarak değerlendirilecek olanını seçebildik? Hep mutlu olma güdüsüyle hareket ettiğimizden, yüzümüzde gülücüklerimiz eksik olmasın istediğimizden o en insani duyguyu, yani acıyı göze alamadık. Belleğin Kış Uykusu bütünsel bir etkiden ziyade parça tesirli bir seyir izliyor; acıdan arıtılmış, sadece gülüp eğlenilen; bedensel ve cinsel arzuların sürekli tatmin edildiği bir dünyayı çok iyi resmediyor. Yani kapitalizmin tüketim çılgınlığı sonucunda erişilebilecek en üst noktayı. Kant’ı aklıma getirense herhalde romanın arka planındaki, bireysel ve toplumsal çürümüşlüğe ve çıkışsızlığa sürekli göndermede bulunan felsefi doku ve sorulardır. Yine de bunların en etkilisi romanın hemen başındaki, az önce değindiğimiz tespiti sorulaştırmakla geçiyor elimize: Yaşamlarınızı kim icat etti? Tercihlerinizi hep acıdan ve yoksunluktan kurtulmak; daha fazlasını elde etmek üzerinden kurabilirsiniz. O büyük haz imparatorluğunun yolunu tutabilirsiniz. Hiçbir güçlüğü göze almadan sakin, rahat; etliye sütlüye karışmayan bir yaşama yönelebilirsiniz. O vakit pişman olduğunuz tüm anılardan kurtulmanız gerekmez mi? Çünkü onların yarattığı bilinçaltı ve bilinç üstü etki yakanızı hiçbir zaman bırakmayacak ve sizi mükemmel bir memnuniyetten mahrum bırakacaktır. Belleğin Kış Uykusu’ndan bize kalan yakıcı sorulardan biri bu noktada çıkıyor karşımıza: Acılarınızdan kurtulmak için tüm anılarınızdan vazgeçmeye razı olur musunuz? Puşkin Yüzbaşının Kızı’nda ‘Bazen 5 dakika için yaşarız bir ömrü’ diyordu. Ancak o 5 dakikanın keşfi için bütün bir hayatın birikimine sahip olmak gerekmekteydi. Sizse hep aynı mutlu konumda tüketip durabilirsiniz. Böyle bir dünyaya razı olabileceğinizi düşünüyorsanız değişimin, alt üst oluşların, devrimlerin tükendiğini söyleyip duran post-çağ düşünceleri tam size göre. Ancak hayır diyenlerdenseniz üzerinizdeki yabancılaşma ve itaat postunu en azından çıkartma girişiminde bulunmalısınız. Donmuş bir cennette cehennemi özlememek için… Belleğin Kış Uykusu ölümden önce gözlerimizin önünden geçen o film şeridinin kesikli bir anlatımı, bir sorgulamasıdır belki de… Roman boyunca ana karakter Bay M’ye geçmişine ve tercihlerine yönelik farklı önerilerde bulunan Palyaço ve Bay G belki de Bay M’nin farklı yansımalarıdır. Palyaço Bay M’nin dile gelen, açığa seren, yargılayan ama utanmayan ruhu; Bay G ise yıllardan beri yapmak isteyip de yapamadıklarını yoğunlaştırılmış biçimde yaşayan alternatif bedenidir. Buradaki ruh ve beden ayrımını metafizik bir ayrımlaştırma olarak düşünmeyin. Aynı ayrımlaştırma bilinç ve bilinçaltı olarak da yapılabilirdi. Eroğlu’nun romanı kanımca bunlardan birini ya da diğerini yüceltmekten ziyade, diyalektik bir tutum geliştiriyor. Mutlak övgü veya yergi tuzağına düşmüyor. Romandan herkes aynı sonucu çıkartır mı bilmiyorum ama bence roman daha çok bu iki yansımanın iç içe geçip, başka türlü bir yaşam yaratması düşüncesini doğuruyor. İlla da romancının desteklediği tarafı bulmaya kalkışırsak, Eroğlu’nun Palyaço’ya daha yakın durduğunu söyleyebiliriz. Belki de yüzlerimizdeki ve yaşamlarımızdaki maskelerden kurtulmamız içindir. Fakat maskelerimizin üzerine gökdelenler inşa edilmeden önce elimizi çabuk tutmalıyız…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ'NDE ELEŞTİRİ VE MÜDAHALE Nikbinlik Dergisi, Sayı 17

ANKARA'NIN KAYBOLAN RENGİ: GENÇLİK PARKI "BUGÜN YEŞİL YAĞMAYACAK", Mimarlar Odası Ankara Şubesi Dergisi, Ekim 2005

NÂZIM. SINIF EDEBİYATI VE MUTLULUĞUN RESMİNİ ÇİZMEK Ahmet Antmen, Nikbinlik Dergisi, Sayı 10, Haziran 2002